Çocukluk Dönemi Sanrılarıyla Savaştan Bahsetmek / Emel Altay
Küçük kız çocuğu, babasının ona sevgiyle bakmasını, gözlerindeki arı gibi kanatları olan minik bir kediye benzetiyor. Savaş kelimesinin anlamını bilmese de onun için çağrışımı kötü; “ağzı tee boğazına dek sivri dişlerle dolu, kocaman kafalı, her yeri çürümüş, kurbağayı andıran korkunç bir yaratık” canlanıyor zihninde. Kitap boyunca çocukların kurduğu tüm hayaller bana Ekşi Sözlük’ün en güzel başlıklarından birini, “Çocukluk dönemi sanrıları”nı hatırlattı. Baba, Savaş Ne Demek? de çocukluğun o ele avuca sığmaz hayal gücüne güzel bir örnek. Ve genelde hayallerin olduğu gibi öğretici de.
Beş öyküden oluşan kitabın ilk öyküsü, bir çocuk kitabı için sert bir finale sahip gibi geliyor ilk başta. Ancak diğer öyküyle birlikte hem bağlamı anlıyoruz hem de yazarın amacını. “Dedektif Bol Bel’in Maceraları” serisi ve Düşler Diyarı, Kardan Adam Masalı gibi kitaplarıyla bilinen, çocuk edebiyatının üretken yazarı Aşkın Güngör, savaş teması etrafında kurduğu öyküleriyle sadece insanları değil, mobilyaları ve doğayı da dile getirerek savaşın acımasız yok ediciliğini çocukların hayal dünyalarından çıkma bir dille anlatıyor.
İNSANLIĞIN GİRDİĞİ DÖNÜŞÜ OLMAYAN YOL…
Bu kez söz konusu olan savaş, tarihte görülmüş hiçbir örneğine benzemiyor. Hepsinden çok daha yıkıcı, geri dönüşü imkânsız bir yola girmiştir insanlık artık. İlk iki öyküde insanların ve doğanın yani dünya üzerinde yaşayan canlı varlıkların başına gelen felakete, detaylarına tam hâkim olamadan, seyirci olduktan sonra üçüncü öyküde gerçekler cansız varlıkların dilinden dökülüyor. Masa, sandalye, pencere, televizyon, bilgisayar gibi evin temel eşyaları dile gelerek sahipleri insanoğlunun kendi elleriyle sonlarını nasıl getirdiklerini anlatıyorlar. Bir anlamda ilk iki öykünün verdiği tedirgin atmosfer, üçüncü öyküyle anlam bulmuş oluyor. Burada televizyon, radyo ve bilgisayarın diğer eşyalardan daha bilgili olması ve olanları aktarmaları gibi hoş düşünülmüş fikirler de var. Tabii diğer mobilyalar da sordukları sorularla gerçeğin anlaşılmasını sağlıyorlar. Mutfak kapısının, “Peki nasıl olur da onların yarattığı her şey sapasağlam ayakta dururken kendileri bir iz bile bırakmadan kaybolur?” sorusu gibi. Esasen duyguyu taşıyan da pencere, sandalye gibi nesneler oluyor. Bilgisayar ve televizyonlar her ne kadar tüm eşyalardan bilgili olsalar da hayatta kalmak için insanlara ihtiyaç duyuyorlar. Bu nedenle öykü içinde giderek ışıkları sönerken sandalye, üzerine oturan yaşlı kadını şimdiden özlediğini, pencere de dışarıda gülüşüp oynayan çocuklar görememenin kederini aktarıyor. Bu güzel buluşlarla geçilen dördüncü öykü “Uçurumun Efendisi” ile birlikte şu ana kadarki kıyamet atmosferi değişiyor.
KADİM BİR GEÇMİŞTEN GELEN MESAJ
“Çocuklarınız hayatı doğanın kucağında öğrensin” sloganına sahip bir doğa kampına katılan beş çocuğun, gruptan ayrı çıktıkları orman yürüyüşüyle başlıyor “Uçurumun Efendisi” öyküsü. İlk öyküyle kurulan ve diğer öykülerle devam ettirilen insanlığın sonu zamanlarından farklı, “normal” zamanlardayız. Çocuklar, öykünün anlatıcısı da olan 11 yaşındaki Akın’ın liderliğinde ormanın derinliklerinde kaybolup bir mağaraya sığınıyorlar. Mağarada önce ne işe yaradığını anlamadıkları dev bir kütle buluyorlar. Sonra anlatıcımız Akın, kütlenin arkasına kazınmış gibi duran ve dev bir maskı andıran bir şey fark ediyor. O şey, Aznamıc adındaki metal organik karışımı olduğunu söyleyen garip canlı, milyonlarca yıl önce mağaraya bir görevle bırakıldığını anlatıyor. Bu yaratık aslında bir yapay zekâ. İnsanla yaşam arasında açılması muhtemel uçurumu geciktirebilmek için görevlendirilmiş. Akın’a ve önceki öykülerle bizlere, milyarlarca insana ait ortak yanlışların küçük bir kısmını göstermiş aslında.
SAVAŞA KARŞI HİKÂYELERİN GÜCÜYLE DİRENMEK
Kitapla aynı adı taşıyan son öyküyle bu kez günümüze dönüyoruz ve kitabın yazarı bizzat karşımıza çıkıyor. Israrla “Baba, savaş ne demek?” diye soran kızına anlatmaya kıyamadığı gerçekleri kâğıda döktüğünü söylemesiyle bitiyor son öykü ve kitap. Aşkın Güngör, beş öyküyü birbirine bağlayan bir yapı kurarken yetişkinlerin hataları yüzünden çocukların, ağaçların, hayvanların, yeryüzünün tümünün çektiği acıları da başarıyla veriyor. Tüm öyküleri kızını çirkin gerçeklerden korumak isteyen bir babanın hikayesi olarak da okuyabiliriz. Abdullah Sarışen’in çizimleri hikâyeyi gözümüzde canlandırmamız (özellikle milyon yıllık yapay zekâ Aznamıc’ı) ve hissedebilmemiz bakımından kitaba katkı sunuyor. Savaş gibi her yönüyle travmatik bir konuyu çocuklara aktarmak çok zor, bu nedenle hikâyelerin gücüyle girişilen tüm çabalar çok değerli.
Emel Altay, İyi Kitap #116, Eylül 2019
Comments