Hımmm… Zurnanın zırt dediği an bu işte: çok sevdiğin bir yazarın pek sevmediğin kitabını değerlendirmek. Sözcükleri sakınırsın, demeye çalıştığının haksızlık olup olmadığını sorgularsın, yazar siler ve yine yazar silersin… Sonuçta ortaya çıkan yazı ne içine siner ne de ondan vazgeçebilirsin. Tüm bu sakıncalarına karşın bir kere yazmaya soyunduk. Öyleyse becerebildiğimizce işimize bakalım:
EDEBİ SÜZGEÇ VEYA SÖZCÜK ÇORBASI
Öncelikle belirteyim ki bugüne dek yayınlanan hemen her King romanını okudum. Kendisinin sadece korku türetme ve onu anlatma maharetini değil, tüm o akıl almaz olaylar karşısına konumlandırdığı karakterlere yaşattıklarını, yaptırdıklarını, düşündürdüklerini de sevdim. King’in Amerikan edebiyatı için de dünya edebiyatı için de nimet olduğunu düşünenlerdenim. Peşin peşin söyleyeyim (hoş, zaten bu yazının nereye gideceğiyle ilgili başlık size ciddi bir önbilgi sağlamıştır sanıyorum) King’le ilgili tüm olumlu hislerime karşın Kubbe’nin Altında‘nın “iyi bir King romanı” olduğunu söyleyemeyeceğim. Yo, şöyle düzeltmeme izin verin: “Bunun herhangi bir yazar için iyi bir roman olduğunu söylemem mümkün değil.”
Son dönem yapıtlarında daha “olgun” bir King göze çarpar. Kurgu çok sıkı “süzgeçten geçmiş” hissi verir. İlk dönem kitaplarının çoğunda yer alan “kurgusal savrulma” son dönem eserlerinde yok gibidir. Kabul edersiniz ki kitaptan kitaba değişen bir etki yaratır bu edebi süzgeç. Kimi kitapları tadından okunmaz hale getirirken, kimi kitapları da üçüncü sınıf bir kurguya dönüştürür. Ne yazık ki Kubbe’nin Altında‘da gerçeğe dönüşen de bu ikinci olasılık.
King kurgudaki tüm karakterleri ince eleyip sık dokuyarak türetmiş. Ne var ki iyinin her koşulda iyi, kötünün her koşulda kötü olduğu ucuz romanlara sevgisinin de biçimlediği Kubbe’nin Altında‘da yer alan karakterlerin iki boyutlu kalmasının önüne geçememiş. Haksızlıkların karşısına dikilen bir eski asker, doğaüstü bir yolla yalıtılan kasabada diktatörlük yapmaya başlayan bir belediye başkanı, genel insan tepkisini sergileyerek kötülük karşısında sinen toplum, görevini kötüye kullanan güvenlik güçleri, aklını yitirmiş bir (hatta birkaç) kötü, dini iyilik olarak algılayan bir kilise görevlisiyle dinsel fanatizmin karanlığında boğulan bir başkası, iflah olmaz bir muhalif demokrat, bir parçacık (fazla değil, azıcık) aşk, sırası gelince türlü yollarla telef olacak diğer yan karakterler ve elbette tüm bu kişilerin akvaryumdaki balıklar gibi çaresizce debelenmesine yol açan, nereden geldiği belirsiz saydam bir kubbe… King, tüm bunları kattığı sözcük çorbasını karıştırmış, karıştırmış, karıştırmış… sonra da üstte kalan taneleri tabağa koyup servis yapmış. Ne ki ortaya çıkanın leziz bir içimlik olmasını başaramamış. Hey, garson, bu çorbanın içinde her şey var ama tadı eksik!
1970'LERDEN GELEN FİKİR
Bu ve başka kitaplarında yer alan notlardan öğrendiğimize göre King Kubbe’nin Altında‘yı yazmayı ilk olarak 1970′lerde denemiş ve 200 sayfa kadar yazmış. Ancak böyle bir kubbenin neden olacağı coğrafi etkiler konusunda bilgisinin yeterli olmadığını görerek kurguyu kenara koyması kaçınılmaz olmuş. Tam da burada yazgı devreye girmiş olmalı ki yazılan 200 sayfa ortadan kaybolmuş. Bu aşamada yazgıya bir rol yüklemek ve onu şöyle konuşturmak fazlaca mümkün: Hey, Steve, dostum, bu fikri unutalım ha! Ben kanıtları ortadan kaldırdım. Hadi sen de şimdi ellerini yıka ve başka kitaplara doğru ilerleyelim. Olmaz mı?
Ne var ki geçmişin beynine bıraktığı tortuları izleme konusunda takıntılı olan sevgili yazarımız yazgının bu olası sözlerini ya duymazdan gelmiş ya da kendine duyduğu güveni biraz abartarak, “Ya tutarsa?” demiş. Keşke tutsaymış ama tutmamış. Görünen o ki dağ fare doğurmuş.
“Dağ” derken abartmıyorum. Tamı tamına 1024 (yazıyla bin yirmi dört) sayfalık bir kitap söz konusu. Hele ki bir noktada benim gibi “kurgunun tıkandığı” hissinin etkisine girerseniz okuma zevki evrilmeye, sözcükler bitmez şekilde birbirine eklenmeye, “Bu kitabı okumak yerine yapacak daha iyi bir şeyler bulmam son derece mümkün,” diye düşünmeye başlıyorsunuz ki bir King romanı söz konusu olunca bu düşünceleri kendinize yakıştırmanız güç. O noktadan sonra kitabı bir görev bilinciyle okumak kalıyor geriye ve kabul edersiniz ki pek de keyifli bir eylem değil bu.
İYİ AMA NEDEN
Bendeniz gibi iflah olmaz bir King severseniz, Tom Gordon’a Âşık Olan Kız‘ın ve Ateş Yolu‘nun bir tür iş kazası olduğuna kendinizi inandırmışsanız, Kara Kule dizisinin başlangıç kitaplarındaki ruhsuzluğun çeviri sorunu olduğunu veya kurgunun bunu gerekli kıldığını düşünmeyi tercih ettiyseniz, yani King’e yakıştıramadığınız her kurguda suçlayacak bir günah keçisi bulduysanız Kubbe’nin Altında‘yı sıkılarak da olsa okuduğunuzu varsayabilirim. Öyleyse bu yazıya devam etmenizde sakınca yok, çünkü neyle karşılaşacağınızı (karşılaştığınızı) biliyorsunuz. Kitabı hâlâ okumayıp da okuma niyetinde olanlara söyleyeceğimse şu: Hemen bu sayfayı kapatın ve kendinize bir çay veya kahve doldurun, çünkü bundan sonra gelen kısımlarda ciddi bir sürpriz-bozanla karşılaşmanız kuvvetle muhtemel. Ne muhtemeli! Söylüyorum işte, burada tüm kurguyu anlatacağım.
Ne yalan söylemeli, böyle yazınca da pek abartılı durdu. 1024 sayfalık bir kitabın özetini aktarmak bile onlarca paragrafa mal olacakken tüm kurguyu anlatmak oldukça külfetli iş. İşin acı yanı, diğer pek çok King kurgusunun aksine Kubbe’nin Altında böyle bir çabaya değer nitelikte değil. Öyleyse hedefe odaklanalım ve başlığa çektiğimiz “Peki buna ne gerek vardı?” sorusunu açmaya girişelim. Bakalım ne kadar başarılı olacağız?
Yukarıda da belirttiğim gibi, Kubbe’nin Altında karakter bakımından son derece zengin. Ancak bu kabarık kadronun etten kemikten insanlara dönüşüp aklımızın odalarına çıkmamacasına yerleşeceğine inanmak safdillik olur. Bunlar fazlasıyla klişe özelliklere sahip, bir o kadar da iki boyutlu karakterler. Hem de öyle bir klişe ve iki boyutluluk söz konusu ki an oluyor, onlarca sayfa önceden sıradaki karakterin başına gelecekleri tahmin ediyorsunuz. Ve sürpriz! Yanılmıyorsunuz.
İşte tam burada aklınızın “King-Sever” bölümü devreye giriyor ve kendinizi şöyle düşünürken buluyorsunuz: Hey, bir dakika, bunlar başka King kurgularında karşıma çıkan karakterlerin neredeyse bire bir benzeri. Belki de King dehasını bir kez daha konuşturdu ve çeşitli kitaplarındaki belli başlı karakterleri aşılması imkansız bir kubbenin altında bir araya getirmenin nasıl bir deneyim olacağını görmek istedi. Olamaz mı, ha, olamaz mı? Belki de sadece ve sadece bir King Arenası’na tanık oluyoruz burada!
Heyhat! Aklın ipleri yok ki! Savruluyor işte dilediğince! Ama bu düşsel olasılığın mümkün olduğunu söylemek çok da mümkün değil, çünkü buradaki karakterler diğer King romanlarındakilerin karikatürü olabilecek düzeyde ancak. Öyleyse kendimizi kandırmayı bırakalım, niyetimizin bağcıyı dövmek değil üzüm yemek olduğunu hatırlayalım ve yola devam edelim.
PEKİ BUNA NE GEREK VARDI?
Kubbe’nin Altında (tam da bu karakter bolluğundan olsa gerek) diğer King kurgularının aksine psikolojinin çok yetersiz kaldığı bir roman. Elbette sevgili yazarımız akıllısından çıldırmışına hemen her karakterin beyninin gizli noktalarına geziler düzenliyor, ancak bu geziler öyle yüzeysel sonuçlanıyor ki yapabildikleri tek şey karakterlerin klişe yanlarını biraz daha cilalamak oluyor.
Ve bir itiraf: Tüm bu karakter curcunasına karşın Kubbe’nin Altında vasatın bir basamak üstünde sayılabilirdi (ne yapayım, gönül böyle istiyor). Ancak King, söz konusu kasabanın çevresine geçirdiği aşılamaz kubbeyi oraya “kimin” koyduğunu açıklama aşamasına gelince zaten gevşek tuttuğu dizginleri hepten elden kaçırıyor. Nükleer bombaların yıkamadığı, insan üretimi hiçbir aletin çizik bile açamadığı bir kubbe söz konusu. Aslında yazarın oraya bizzat kendisinin koyduğu bir kubbe bu. Dolayısıyla “nasıl kaldırılacağı” konusunda akla yakın bir çözüm düşündüğünü varsayıyorsunuz. Gerçi kurgunun ortalarına doğru ilk ipuçlarını kubbeyi yaratan aleti tasvir ederken veriyor King: "İnsan elinden çıkmadığı belli olan, belirli aralıklarla ışıklar çakan, üstüne konan nesneleri küle çevirmesine karşın insanlara sadece birtakım görüntüler yansıtan Apple TV büyüklüğünde bir cihaz." Bu küçücük cihazın insan gücüyle yerden kaldırılması mümkün olmuyor. Karakterlerimiz insan yapısı hiçbir aracın da bu işte muvaffak olamayacağını anlıyor tabii. Ve sıra o cihazı oraya yerleştirenlere geliyor: Başka bir boyutun çocuk uzaylıları!
Ne? Şaka mı bu?
Hayır değil… Ne yazık ki…
Akıllarına yerleşiveren görüntülerin de yardımıyla kahramanlarımızın uzaylılar hakkında fikir yürütmesine geliyor sıra. King bu aşamada insanoğlunun karıncalara bakışıyla söz konusu uzaylıların insanlığa bakışı arasında bağıntı kurarak fikrinin akla yatkın olduğunu söylemeye çalışıyor ama bunun da yeterli bir çaba olduğunu söylemek güç. Hele bir de kurgunun sonuna dek hayatta kalmayı başaran muhalif gazeteci bayanın kubbenin kaldırılması için yaptığı girişim var ki dudaklarınızın kenarına alaysı bir tebessüm yerleşmesi kuvvetle muhtemel, çünkü uzaylı çocuğu ikna etmek için yapılan şey fazlasıyla tuhaf: Yalvarmak!
Dahası da yazılabilir ancak Kubbe’nin Altında‘nın bir King hayranı olan bendenizde yarattığı hayal kırıklığını anlatabildim sanıyorum, daha fazla kasmaya gerek yok. En iyisi King’in bu kitabında yaptığına benzer şekilde bağlayalım yazıyı ve yazarımıza yalvaralım: Sevgili Steve, ne olursun bir daha böyle bir kitap yazma!
Aşkın Güngör, 14 Ocak 2013
Comments