top of page
"Nasıl Yazıyorlar?" SöyleÅŸisi (2009)
  • Ne zamandır ve neden yazıyorsunuz?

 

Garip kaçabilecek bir giriÅŸle yanıtlayayım bu soruyu: Aklımı özgürce kullanabildiÄŸim ilk andan beri –ki sanıyorum, altı ila yedi yaÅŸlarımı iÅŸaret edebilirim bu zaman dilimi için– “Yazar Olmak Ä°çin DoÄŸanlar”la “Yazar Olmak Ä°steyenler” diye iki grup olduÄŸunu düÅŸünüyorum.

 

Yazar Olmak Ä°çin DoÄŸanlar, neredeyse nefes almak gibi bir zorunlulukla yanaşır yazıya. Akılda kıvranıp duran düÅŸ dünyalarını, kurgu kiÅŸilikleri, asla var olamayacak ya da uzun zaman önce yok olmuÅŸ âlemleri dünyaya getirmek zorundadırlar. Bir çeÅŸit zihin gebeliÄŸidir onlardaki. Falanca kitabın filanca karakteri olacak bir kurgu kiÅŸilik beyin duvarlarını tekmeleyip durur. DoÄŸmak istiyordur ve Yazar Olmak Ä°çin DoÄŸanları bu yaratılışa aracı olmak için seçmiÅŸtir.

 

Bu ilk gruptakilerin algısının, ikinci gruba oranla daha açık olduÄŸunu düÅŸünüyorum. Hatta –daha da iddialı bir tanımla– onlar tek başınayken bile yalnız deÄŸildir. Fazlasıyla geveze onlarca kiÅŸiyi taşırlar kendileriyle birlikte. Kimi yayınlanmış bir romanın, kimi henüz taslak olan bir hikâyenin, kimi bir masalın parçasıdır ve herbiri Yazar Olmak Ä°çin DoÄŸanların zihninde etten kemikten biri gibi sahicidir.

 

Balkonda oturmuÅŸ, geceye özgü sesleri dinliyorsunuzdur: Uzaklardaki ana caddeden gelen taşıt gürültüleri bir çeÅŸit gereksinim gibi kulaklarınıza dolmaktadır. Sandalyenizden hafifçe doÄŸrulup çatıların ardına baktığınızda yolun bir parçasını görebilirsiniz. Geçip giden araçların kırmızı-beyaz farları düÅŸlere özgü ışık böcekleriymiÅŸçesine kayıp gitmektedir. Yakınlardan bir yerden –örneÄŸin üç kat aÅŸağınızdaki komÅŸu evin balkonundan– acı acı yükselen bir kedi miyavlaması duyulur, garip bir yetiyle üstüne çıkar taşıt gürültülerinin. Dikkatinizi ona verirsiniz. Hafif bir esinti saçınızı yalayıp geçer o anda. Elinizi kaldırır, gözünüze girmeye çabalayan perçemi geri itersiniz. Sirenini öttürerek bir ambulans kat eder caddeyi. Az önce ışıklarını gördüÄŸünüz, vınlamasını bir çeÅŸit gereklilik gibi kulaklarınıza kabul ettiÄŸiniz araçlardan birinin birkaç kilometre ötede takla attığını düÅŸünürsünüz. Hatta neredeyse eminsinizdir bundan. Ambulans kaza yerine ulaÅŸmak için çabalıyordur. AÅŸağıdaki kedi o kazayı hissederek miyavlamıştır acı acı, çünkü aracı kullanan kiÅŸi bir daha asla karnını doyurması için önüne balık kılçıkları koyamayacak olan sahibidir. Ve kedi gibi sizde bilirsiniz adamın –ya da kadının– öldüÄŸünü, az önce saçlarınızda hissettiÄŸiniz esinti o ölünün arsız hayaletinin nefesidir çünkü.

 

Ve sesi duyarsınız: “Evet, bendim o.”

 

Ses beyninizin içindedir. Hayatın minicik ayrıntıları art arda dizilivermiÅŸ, siz farkına bile varmadan bir romanın ya da hikâyenin kahramanını zihninizde ÅŸekillendirmiÅŸtir. Artık o da doÄŸumuna aracılık etmeniz gereken etten kemikten biridir –sonu ne kadar acı biterse bitsin.

 

Bu bir çeÅŸit yetidir ve böylesi bir yeti, Yazar Olmak Ä°çin DoÄŸanların hem ödülü hem lanetidir. Her iki durumda da kiÅŸi, zihnini dolduran ÅŸeyleri boÅŸaltmak adına yazmak zorundadır. BaÅŸka türlüsü onun için mümkün deÄŸildir ki.

 

Yazar Olmak Ä°steyenlerdeyse biraz daha farklı durum: Onlar iyi okuyucudur. Yazma eylemine baÅŸlayana dek yüzlerce kitabı hatmetmiÅŸlerdir. Zihinlerinde tüm okuduklarının özümsenmesiyle oluÅŸmuÅŸ karma bir evren vardır. Ve an gelir, ayıla bayıla sayfalarını çevirdikleri kitapların bir benzerini yazabileceklerine inanırlar. Belli bir konuya odaklanır, bir kâğıda kullanacakları kahramanları not eder, yazma eylemine ancak ondan sonra giriÅŸebilirler. Genellikle kahramanları iki boyutludur. “Biz kurgu kiÅŸilikleriz ve gerçeklikle ilgimiz yok,” diye bağırırlar. Planları derli toplu görünse de fazlasıyla yapaydır. Ancak öyle ya da böyle onlar da hikâyesini anlatır, bir ya da birkaç kitaba imza atabilirler.

 

Ayrıca belirtmeme gerek var mı bilmem –ama tabii ki yapacağım ve lütfen ukalalık ettiÄŸimi düÅŸünmeyin, çünkü erdemli bir ÅŸeyden söz etmiyoruz, yazarlık kutsal bir eylem deÄŸildir– ben kendimi ilk grubun içinde görüyorum. Kendimi bildim bileli zihnim anlatılmak için çırpınan hikâyelerle doluydu. Çocukluk çaÄŸlarımda çevreme topladığım arkadaÅŸlara bilim kurgu, fantastik ve hatta korku motifleriyle süslü öyküler anlatırdım. Ä°lk gençlik çaÄŸlarımda anlatı aracı olarak çizgiyi seçtim. Zihnimde birikenleri çizgi romanlar haline getirerek aktardım bir süre. Ama seri bir çizer deÄŸildim ve dilediÄŸim hızla tamamlayamıyordum çalışmalarımı. Yani çizerlik, hikâyelerimi anlatmak için uygun bir yol deÄŸildi. Sonrasında yazma eylemine giriÅŸmek fazla zamanımı almadı. Neredeyse bir çeÅŸit gereklilik gibi sarıldım yazmaya.

 

Aslında zaten ilkokul çaÄŸlarından beri yazmak benimle birlikteydi. Sadece çizerliÄŸi ön planda tutma arzum yüzünden geri planda duruyordu. Yani yazarlığa soyunma kararı aldığımda her ÅŸeye sıfırdan baÅŸlamadım. Elinde onlarca öyküyle iki roman taslağı bulunan, yayınlanmış bir ÅŸiir kitabı (Ben Bir Kediyim, Alfa Basım Yayın, Ä°stanbul, 1993) olan bir yazar adayıydım zaten. Yine de tüm dikkatimi yazıya verdiÄŸim andan itibaren anlatı dilimi belirlemem, yazıya dair önceliklerimi art arda dizmem mümkün oldu. Bu iÅŸe –göreceli de olsa– erken baÅŸladığım için kendimi ÅŸanslı addediyorum.

 

Profesyonel olarak yayınlanan ilk kitabım, ilkgençlikteki okura hitap eden, fantastik bir kurgu olan DüÅŸler Diyarı’ydı. BU Yayınevi’nin 1996 yılı roman yarışmasında ödüllendirildikten sonra 1997’de basıldı. O günden beri periyodik aralıklarla yeni baskıları yapılıyor. Pekçok eÄŸitmenin edebiyat dersinde öÄŸrencilerine okuttuÄŸunu, kitap hakkında dönem ödevleri hazırlandığını duyuyorum. Bu baÅŸlı başına bir keyif. Kitap ayrıca A.Ü. EÄŸitim Fakültesi eÄŸitmenlerinden, Yrd. Doç. Dr. Sayın Gülsüm Uçar’ın, “AÅŸkın Güngör’ün DüÅŸler Diyarı’nda Evrensel DeÄŸerler EÄŸitimi” adlı makalesinde de deÄŸerlendirilmiÅŸ, II. Ulusal Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Sempozyumu’nda sunulmuÅŸtur ki bu da benim adıma onur vesilesidir.

 

  • Nasıl yazıyorsunuz diye sormayacağım asla, çünkü nasıl derken aslında neden yazıyorum’u cevaplamış oluyoruz. Teknik irade bizce tamamıyla nedensel bir sürecin ürünü. Kitabın adıyla zaten bunu vurgulamış ve sormuÅŸ olduk. Kitapta olmayı kabul ederek bunu cevaplamış da oldunuz bir yerde. Bilinçli-bilinçsiz hangi yazar ya da etkilerin ışığında bugüne kadar yazma serüveninizi getirdiniz?

 

Ä°lk soruya verdiÄŸim yanıttan da anlaşılacağı gibi, yazarlık serüvenimde öncelikli olarak etkilendiÄŸim ve beni yönlendiren –en genellenebilecek tabiriyle– hayalgücüydü. Ä°ÅŸ, yazma disiplinini edindikten sonra bir üslup sahibi olmaya geldiÄŸinde bilinçli olarak tarzını takip etmeyi denediÄŸim kimse olmadı. Ancak birkaç isim var ki, onlar gibi yazabilmeyi gerçekten diledim.

 

Hayır, endiÅŸelenmeyin, bu tip beÄŸeni itiraflarında söylenegeldiÄŸi gibi klasik Rus edebiyatı yazarlarını sıralamaya baÅŸlamayacağım. Aralarından yazım gücünü hayranlıkla izlediklerim yok mu? Elbette ki var. Ancak gene de onların arasından bir yazarın beni özellikle etkilediÄŸini söylemem zor.

 

Yazı dehası olduÄŸuna inandığım ve beni her kitabıyla farklı bir bilinç düzeyine sürükleyen birkaç isim var: Gabriel Garcia Marquez, J.R.R. Tolkien, Jules Verne, Isaac Asimov, Stephen King, José Mauro de Vasconcelos, Michael Ende, Dean Koontz, Flannery O’connor, Jack London, Johannes Mario Simmel bu isimlerin önde gelenleridir ve kanımca herbiri olaÄŸanüstü hayalgücünü son derece özgün üslupla okura aktarmayı baÅŸaran çok baÅŸarılı yazarlardandır.

 

Yazar seçimimden de anlaşılacağı üzere, özellikle ilgimi çeken, doÄŸaüstü ya da  gelecek kurgusunu iÅŸleyen kitaplardır. Haliyle kendi kurgularımı oluÅŸtururken de bilim kurgu ve fantastik içeren temalara yöneliyorum. Bu, güncel yaÅŸamın içinden öyküler anlatmadığım anlamına gelmiyor tabii. Ama bunu yaparken de mümkün mertebe anlatıyı bir giz perdesi ardında tutmaya çabalıyorum. Aslında “zihnimdeki üretme çarkı o yönde dönüyor” desem sanıyorum durumu daha iyi ifade etmiÅŸ olacağım. Ayrıca eklemeliyim ki, ana derdim insan ve onun yaÅŸamda durduÄŸu yerdir –bir ÅŸeyler söyleyebilme derdindeki hemen her edebi metinde olduÄŸu gibi. Dolayısıyla, güncel, fantastik ya da bilim kurgu, kaleme aldığım tüm eserlerin merkezinde insan yer alır.

 

  • Kurgu ve yaÅŸantı. Yazdıklarınıza hangisi daha çok hâkim?

 

“Yazının var ettiÄŸi bir dünyada her ÅŸey mümkündür,” demiÅŸtim bir denememde. Sonra o cümleyi biraz deÄŸiÅŸtirerek, “Yazının var olduÄŸu bir dünyada her ÅŸey mümkündür,” demeye baÅŸladım. Ä°ki cümle yapısal olarak birbirine yakın olsa da arada büyük bir anlam farkı var. Ä°lk cümle kurgu dünyasında her ÅŸeyin mümkün olduÄŸunu söylerken, ikinci cümle yazının gücünün gerçek dünyayı biçimlemekte kullanılabileceÄŸi iddiasında. Sanıyorum yazdıklarımda da böyle bir alışveriÅŸ var.

 

DoÄŸaldır ki yerkürede yaÅŸayan bilinçli her varlık gibi deneyimlerimden besleniyorum. YaÅŸadıklarım, tanıklıklarım, hayatın minik ayrıntıları zihnimde hazır bekleyen kurgu kiÅŸiliklerden birinin öne çıkmasına neden olabiliyor.

 

Böyle bir alışveriÅŸten sonra ortaya çıkan metnin hem kurgu hem gerçek –ya da aynanın içinden dışarı bakarsak, ne kurgu ne de gerçek– olduÄŸunu söylemek mümkün.

 

  • Biraz geriye gidip yazdıklarınızı yayınlatma deneyimlerinizi kurcalamak istiyorum.

 

Yazıyla ilgilenen hemen herkes için zurnanın zırt dediÄŸi yer iÅŸte burası. Aylarınızı ve hatta yıllarınızı vererek ortaya bir kitap koydunuz. KoltuÄŸunuzun altına alıp yayınevine gittiniz. Bu sizin ilk kitabınızsa iÅŸiniz çok zor. Yeni bir SavaÅŸ ve Barış yazmış olsanız bile öncelikli olarak karşılaÅŸacağınız ÅŸey önyargılar olacak.

 

Yayınevi muhtemelen kararını bildirmek için sizi aylarca bekletecek. Nihayet döndüklerinde de ÅŸöyle bir yanıt alacaksınız: “Çalışmanızı deÄŸerlendirmek için yayınevimizi seçmiÅŸ olmanız bizi onurlandırdı. Ancak yayın planımızın doluluÄŸu nedeniyle çalışmanızı yayınlamamız mümkün görünmüyor. Çalışmalarınızda baÅŸarılar dileriz.” Bu, “Hadi bakalım, baÅŸka kapıya!” sözünün cilalanmış halinden baÅŸka bir ÅŸey deÄŸildir.

 

Diyelim ki ÅŸanslısınız ve iÅŸini hakkıyla yapan, eserin birkaç sayfasına bakmakla yetinmeyip geneli hakkında fikir sahibi olduktan sonra size görüÅŸ bildiren bir editör var karşınızda ve diyelim ki aynı editör kitabınıza yayın onayı verdi.

 

Ne oldu? Başınız göÄŸe mi erdi? Åžimdilik evet. Çünkü bu sizin hayalinizdi. Åžimdi elinizde bir kitap var. Cıvıl cıvıl bir kapağın bir arada tuttuÄŸu sayfalar yığını ve siz o sayfalara aklınızı nakÅŸettiniz. Ä°nanılmaz ama kapağın tepesine adınızı bile yazmışlar. Biraz küçük gibi, ama olsun. Bu kitapla çoksatar yazarlardan biri olduÄŸunuzda bundan sonraki kitaplarınızda adınızı kocaman yazacaklarını biliyorsunuz. Hatta kim bilir, belki de bu kitabın ikinci baskısında bile ismi büyütürler, öyle deÄŸil mi?

 

DeÄŸil. En azından büyük çoÄŸunluk için. Güzel ülkemizde iÅŸler biraz “farklı” yürür. Yurt dışında yayınevi yazarına cevher gibi yaklaÅŸmakta, örneÄŸin Amerika’daki bir yazar ilk kitabının karton kapaklı basımının telif hakkı olarak 400.000 dolar alabilmekteyken (Bakınız, Stephen King ve Carrie) ülkemizde durum bunun tam zıttıdır. Yeni yazarlardansanız, kitabınız bir mucize sonucu (Bakınız, Orkun Uçar, Metal Fırtına) çoksatar olmadıysa, bırakın el üstünde tutulmayı, çoÄŸunlukla yayınevinde bir muhatap bile bulamazsınız. Ararsınız, aradığınız kiÅŸi yerinde yoktur, size dönmez. Yayınevine uÄŸrarsınız, ilgili kiÅŸi –tüh ki ne tüh!– yerinde yoktur, not bırakırsınız, aranmayı beklersiniz, genellikle aranmaz, yeniden uÄŸramak ya da aramak zorunda kalırsınız.

 

Anlayacağınız Türk yayın piyasasında yeni yazarlar –olası potansiyelleri görülmeyerek ya da göz ardı edilerek– ekseriyetle önemsenmez. Bırakın yeni yazarları, çoÄŸu zaman “eh iÅŸte satan” çok kitaplı yazarlar için bile durum farklı deÄŸildir.

 

Konuya bunca karamsar yaklaÅŸmamdan anlaşılmıştır sanırım, tüm bu saydığım olumsuzlukları yaÅŸadım. Yayın kararı alana dek yüzüme kapanan kapıların haddi hesabı yok. Büyük yayınevlerimizden birinin incelenmesi için bıraktığım dosyanın kapağını bile açmadan (abartmıyorum) çalışmayı iade etmesiyle de karşılaÅŸtım, büyük umutlarla teslim ettiÄŸim kitabımın yayınlanmasına karşın reklamla desteklenmemesi yüzünden heba olmasıyla da. Ä°ÅŸin ilginci, yayınlanan ilk romanım olan DüÅŸler Diyarı’nı neredeyse hiç uÄŸraÅŸmadan yayınlatabilmeme karşın takip eden zamanla ve yeni kitaplarla birlikte iÅŸimin daha zorlaÅŸması. Bugün, Ä°spanya’da yayınlanan uluslararası bir antoloji de dahil 12 kitapta imzası olan bir yazarım, ama her yeni kitabımı yayınlatabilme maceram bir öncekine oranla daha çok mücadele gerektiriyor. Sanıyorum benim yazarlık kaderim de bu.

 

Peki tüm zorluklara karşın vazgeçiyor muyum? Tabii ki hayır. Yazacak iradeyi buldukça eserinizi bastıracak iradeyi de buluyorsunuz.

 

  • Süreli edebiyat yayınlarının yeri ve önemi nedir sizce? Bu yayınlarla deneyimleriniz nasıl gerçekleÅŸti?

 

Süreli edebi yayınları iki baÅŸlıkta ele almak daha doÄŸru olacak sanırım (En azından deÄŸinilerim böyle bir gereklilik doÄŸuruyor).

 

1- Öykü, deneme ve ÅŸiirlerden oluÅŸan edebi yayınlar.

 

2- Kitap eleştirilerinin bir araya toplanmasıyla oluşan yayınlar.

 

Birinci maddedeki süreli yayınların varlığı bir lütuf. Hele ki günümüzde. Bir dönem çizgi roman, bir dönem de bilim kurgu dergiciliÄŸinde ter akıtmış biri olarak bunu açık yüreklilikle söyleyebilirim.

 

Bu tip yayınların –ki Cogito gibi kitap formatına yakın yayınlananları saymazsak geneli “dergi” olarak nitelemek daha doÄŸru– ne büyük külfetlerle çıktığının bilincindeyim. Sanıyorum büyük çoÄŸunluÄŸunun bir çeÅŸit DonkiÅŸot’luk ruhuyla yayınlanabildiÄŸini söylemek de yanlış olmaz.

 

Yazarlık disiplinini edinmek isteyen amatör yazarlar için bir nevi okul görevi gören edebiyat dergilerinin sayısının ve niteliÄŸinin artması en büyük temennim. Böyle bir artış üslubunu kuvvetlendirmek isteyen genç yazarlar için bulunmaz bir kaynak anlamına gelir ki Türk edebiyatının en önemli gereksinimlerinden biri bu.

 

Ä°kinci maddeye aldığım kitap eleÅŸtirisi ağırlıklı yayınların varlığının da yazar-kitap-okur üçgeni için gerekli olduÄŸuna inananlardanım. Ancak kitap eleÅŸtirilerinin yetkin isimler tarafından yapılması gerektiÄŸi de aÅŸikar. Yoksa bir kitapta yazarın seyyar dondurma satıcılarının mamulü hazırlarken içine tuz kattığını yazmasına kafayı takan bir eleÅŸtirmen(!)in, konuyu araÅŸtırma gereÄŸi bile duymadan “yazarı araÅŸtırmadan yazmakla suçlaması” cehaletiyle karşı karşıya kalırız ki bu da yaÅŸanmış bir örnektir. Günümüzde hemen her alanda ayaklarla baÅŸların yer deÄŸiÅŸtirmesinden olsa gerek, kitap eleÅŸtirmenliÄŸinin de cılkı çıkmış durumda. DeÄŸerlendirmesini nesnel kriterle yapmayan, bilmediÄŸi bir konuda araÅŸtırma yapmak yerine yazısını yazarın hata yaptığı ön kararıyla kurgulayan, ağırlıklı olarak bilgilendirmek deÄŸil de yermek, küçümsemek düsturuyla eleÅŸtirisine baÅŸlayan, edebiyatın herhangi bir dalında ustalaÅŸmak yerine eline geçen her kitabı okuyup bir de haddiymiÅŸ gibi eleÅŸtiri döktüren sözüm ona eleÅŸtirmenler fink atıyor ortada. Ben bir fantastik romanı “gerçekçi” olmamakla suçlayacak kadar ayarı kaçmış kitap eleÅŸtirmenleriyle karşılaÅŸtım bu piyasada. Bundan daha öte bir örnek olabilir mi iÅŸin nasıl yapıldığına dair?

 

  • Yazarlıkla ilgili hedeflerinizin ortak ya da belirgin özellikleri neler? BulunduÄŸunuz tarihsel, kronolojik yazma düzlemi üzerinde deÄŸiÅŸim, yenilik arzusu mu yoksa yazar olarak o düzlemde kendinizi konumlandırma mı?

 

Hemen her konuda olduÄŸu gibi yazarlıkta da kendimi aÅŸma gayesindeyim. Bir hedef söz konusuysa sanıyorum benim hedefim de bu. Tabii yazı iÅŸiyle ilgilenen herkes gibi, kitaplarımın mümkün olan en fazla sayıda okura ulaÅŸması, ama ondan da önemlisi, yazdıklarımın anlaşılabilir ve üzerinde düÅŸünülecek nitelikte bulunması da hedeflerimden sayılabilir.

 

Pek çok yazar gibi, çoksatarlığı küçümsemiyorum. Aksine çoksatar olmak büyük keyif. Sizin zihninizde doÄŸanların baÅŸka zihinlere akışı meselesi bu. Sayı ne denli çok olursa iÅŸin keyfi artar. Ama tabii ÅŸunun da altını çizmeliyim: Okurun eseri anlaması, özümsemesi, üzerinde fikir yürütmesi her ÅŸeyden önemli. EÄŸer söz ettiÄŸimiz o sayıca fazla okur kitlesi eseri okuyor da üzerinde tek söz etmiyorsa bu benim beklentimi karşılayan bir alışveriÅŸ olmaz.

 

Peki söz konusu alışveriÅŸi saÄŸlayabilmek için ben ne yapıyorum?

 

Öncelikle söylemeliyim ki bilim kurgu ve fantastik temalı metinleri yazmayı sevsem de kendimi sadece bu iki türle kısıtlayamıyorum. Çaresiz bir aÅŸk öyküsünü anlattığım romanım da var (Aykolik, BU Yayınevi, 2005); yeraltı edebiyatının kıyısında dolaÅŸan bir cinayet romanım da var (Sevgili Salak, Olgu Kitaplığı, 2007); gizemci yaklaşımla yazılmış, ne tamamen gerçek ne de tamamen fantastik diyebileceÄŸim romanım da (OlaÄŸan Mucizeler, Crea Kitap, 2008).

 

Ä°ÅŸin aslı, yazının sürüklediÄŸi yere doÄŸru gitmeyi, dizginleri belli bir noktadan sonra elime almayı seviyorum. Bu tavrın metinlerimin daha samimi olmasını saÄŸladığı gibi bir düÅŸüncem var. Umarım yanılmıyorumdur.

 

  • Yakın-uzak geçmiÅŸe dair, belleklerde yer etmeyi hak eden ve yazma serüvenine iliÅŸkin anekdot ya da gözlemleriniz var mı?

 

Pek çok anı parçası benimle birlikte, evet, bundan da son derece mutluyum. Ä°lk gençlikteki okurlara yönelik bir fantastik roman olan DüÅŸler Diyarı nedeniyle okullarda yaptığım söyleÅŸi ve imza günlerinde yaÅŸanan ve tamamı içimdeki yazma ÅŸevkini arttıran bir yığın güzel anıya sahibim. Ancak baÅŸka iki kitabım vesilesiyle yaÅŸadığım iki anıyı özellikle unutamıyorum.

 

Ä°lki, DüÅŸler Diyarı’nı imzalamak için gittiÄŸim bir okulda bir kız öÄŸrencinin bana bir bilim kurgu romanı olan Gohor’u uzatmasıyla yaÅŸandı. Sene –yanılmıyorsam– 2006 olmalı.

 

Gohor Kıyametten Sonra ilk yayınlandığında Gohor Cam Kent ile Gohor Kurtlar Yolu adlı iki kitap olarak okura sunulmuÅŸtu. Söz ettiÄŸim okurum iki kitabı koltuÄŸunun altına sıkıştırmış olarak geldi karşıma. Kitaplarıma önüme uzattı.

 

Ä°lk ilgimi çeken sayfaların aldığı haldi. Hayır, kıvrık ya da yırtık sayfalardan söz etmiyorum. Söz ettiÄŸim, bir deÄŸil birkaç kez okundukları her haliyle belli olan sayfalar.

 

Durum ilgimi çektiÄŸinden sordum: “Sevdin mi Gohor’u?”

 

Okurum derince iç çekti. Gözlerinde sevgi ışıltıları gördüÄŸüme yemin edebilirdim. “Sevmek mi?” dedi. “Bu kitaplar benim hayatımı deÄŸiÅŸtirdi!”

 

Bu her ne kadar abartılı bir yanıt gibi dursa da kızın bakışlarındaki o dinmeyen ışıltı sözlerine inanmama neden oluyordu. Yine de sordum: “Nasıl deÄŸiÅŸtirdi hayatını yani?”

 

Bir sırrı paylaşırmışız gibi, sıradaki arkadaÅŸlarının duyamayacağı ÅŸekilde fısıldadı: “Ben Maline gibiydim. Tamamen aynı. Onun kendi doÄŸrularını savunması beni de yönlendirdi. Ama sadece bu deÄŸil. Bu kitaplarda hayatla ilgili öyle derin bilgiler var ki… Okurken kendimi hayatı öÄŸreniyormuÅŸ gibi hissettim.”

 

Maline kitabın ana karakterlerinden biriydi. Kendi doÄŸrularının peÅŸinden gitme cesareti olan bir kız. Okurum onu örnek almış ve kitabın genelinin de kendisine hayatı öÄŸrettiÄŸini hissetmiÅŸti.

 

O konuÅŸmadan sonra Gohor’u yazmakla geçirdiÄŸim senelerin hiçbir yükü kalmadı üzerimde. “Ä°yi ki,” dedim, “iyi ki kaleme almışım Gohor’u. Pek çok okura ulaÅŸamadıysam da iyi ki romanı tüm kalbiyle kabullenen gencecik bir okura ulaÅŸmışım.”

 

DiÄŸer anı böyle keyifli deÄŸil. Hatta sinir bozucu olduÄŸunu bile söyleyebilirim.

 

Yer 26. Ä°stanbul Kitap Fuarı’ndaki Ä°nkılap Standı. 2007′nin Kasım ayı. O sıralar yeni basılmış olan Mesih’in Klonu adlı romanımın imza günü nedeniyle düzenlenen masanın başındayım. Sol yanımda son romanı Günbatımı Fandango‘yu imzalayan sevgili Burak Eldem var.

 

Mesih’in Klonu‘nun kapağını da ben yapmıştım. Konu Ä°slam’ın kabullendiÄŸi Ä°sa ile Ä°ncil’deki Ä°sa’nın en temel farklılığı üzerine kurgulandığından ve yüzlerce yıldır söylenegelen kıyamet efsanelerindeki Deccal’ın ortaya çıkmasına ancak bu farklılığın neden olacağını iddia ettiÄŸinden kapağı da bu anlayışla kurgulamıştım. Amerikan bayrağının oluÅŸturduÄŸu fon üzerinde çarmıha gerilmiÅŸ Ä°sa duruyordu ve gözleri kötücüllüÄŸünü belli eden ÅŸeytani bir ışıltıyla kıpkırmızı parlıyordu.

 

Ä°nkılap standının çevresine bu kapağın büyütülerek merkeze oturtulduÄŸu afiÅŸler asılmıştı. Söz konusu olayı tetikleyen de bu oldu.

 

Standın çevresinde tur atan, orta yaÅŸlarını geride bırakmış, topluca bir bayan arada başını kaldırıp Mesih’in Klonu afiÅŸlerine bakıyor, öfkeli öfkeli başını sallıyordu. Nihayet –tahammül gücünü yitirdiÄŸinden olsa gerek– masaya yaklaÅŸtı. Birkaç adım geride durarak seslendi: “Bu kitabi sen yazdin?” Åživesine bakılırsa Rum asıllı vatandaÅŸlarımızdan biri olmalıydı.

 

Gülümseyerek, “Evet,” dedim, “ben yazdım.”

 

Kısacık bir an öfkeyle baktı, sonra küçümseyen bir ses tonuyla, “Bulamadin Ä°sa’dan baÅŸka uÄŸraÅŸacak?” dedi, döndü sırtını gitti.

 

Arkasından seslendim. Bir karara varmak için kitabı okumasının daha doÄŸru olacağını söyledim, ama diyeceÄŸini demiÅŸ, konu onun için kapanmıştı. Dönüp bakmadı bile. Böylece insanların kemikleÅŸmiÅŸ inançlarıyla ilgili konuların bıçak sırtı olduÄŸunu bir kez daha anlamış oldum.

 

Mesih’in Klonu çok umutlu baÅŸladığım, maalesef yaÅŸanan pazarlama ve tanıtım zaafları nedeniyle hezimetle sona ermiÅŸ bir macera oldu. Geriye de ancak bahsettiÄŸim gibi sıkıcı bir anı kaldı.

 

  • Yazmanın, dolayısıyla edebiyatın diÄŸer temel disiplinlerle iliÅŸkisini yazarlık donanımı açısından nasıl yorumlarsınız?

 

Evrenin yazıdan doÄŸduÄŸunu söylersem çok mu abartmış olurum? Belki. Ama bunu gene de söyleyeceÄŸim. Benim için yazı tüm diÄŸer disiplinlerin anasıdır, varoluÅŸ nedenidir. Hal böyleyken yazının ve tabii ki edebiyatın tüm diÄŸer disiplinleri yaratan, yaratmakla da yetinmeyip besleyen bir kaynak olduÄŸunu söylemek sanıyorum yanlış olmaz.

 

Felsefenin, sanatın ve bilimin temel dinamikleri ancak yazının besleyici gücüyle anlam kazanmakta, bir anlamda ölümsüzlüÄŸün kapısını aralamaktayken; yazı, bu disiplinlerin hem varoluÅŸ nedeni hem besin kaynağıyken; insanı, hayatı ve evreni sorgulama konusunda hiçbir ÅŸey yazı kadar net biçimde hedefe odaklanamazken; sinema, tiyatro gibi sanatsal yaratımlar kadar, teknolojik ve bilimsel geliÅŸmeler bile yazıdan aldığı ilhamla adımlar atmaktayken edebiyatın tüm olguların bileÅŸkesi diye niteleyebileceÄŸimiz tarihi de var ettiÄŸini söylemekle mükellefim.

 

KiÅŸi deneyimlediklerini algısının –ve ÅŸüphesiz ki yazım gücünün– izin verdiÄŸi ölçüde okura aktarmada yazıdan daha iÅŸlevsel bir araç bulamazdı. Ve iÅŸte dostlarım, size binlerce yıldır gözden kaçan bir gerçeÄŸi açıklıyorum: Evren büyük patlamayla deÄŸil, yazının varoluÅŸuyla ortaya çıkmıştır. Tanrı, tüm kainatı iki harften yaratmıştır: O ve L. Bu iki harf yan yana gelmiÅŸ, evren kitabının ilk sözcüÄŸü olmuÅŸ, Tanrı yazıyı dillendirmiÅŸtir: “OL!”

 

Ve evet, olan olmuÅŸtur.

 

Aksi halde Kuran, “Oku!” emriyle baÅŸlamazdı, inanın.

 

Abartıyor muyum? Belki. Abartmaktan vazgeçecek miyim? Hayır.

 

Ä°nsanlığın ürettiÄŸi tüm deÄŸerler içinde her kalıba akabilen, bütün saydıklarımın yanında ruhu ve yaÅŸamı da biçimleyebilen baÅŸka bir ÅŸey bilmiyorum çünkü. Böyleyken izin veriyorum yazının kalbimdeki kutsiyetinin sürmesine ve naçizane sürdürüyorum onu kutsal kılma çabalarımı. Durum bundan ibaret.

 

Ve son söz ÅŸu bu konuda: Yazının var ettiÄŸi bir dünyada her ÅŸey mümkündür!

 

  • Sizi çok etkileyen, bir bakıma da yazma sanatınızı temsil eden, bir baÅŸka yazardan yapılmış bir pasajı acaba aktarabilir misiniz?

 

Stephen King Yazma Sanatı (Altın Kitaplar, 2006) kitabında ÅŸöyle söylüyor:

 

(…) Kelimeler cümleleri oluÅŸturur; cümleler de paragrafları oluÅŸturur; bazen de paragraflar canlanır ve nefes almaya baÅŸlar. Frankenstein’ın canavarının bulunduÄŸu yeri bir hayal edin isterseniz. Ä°ÅŸte yıldırım geliyor, gökyüzünden deÄŸil de Ä°ngilizce kelimelerden oluÅŸmuÅŸ mütevazı bir paragraftan. Belki de bu yazdığınız gerçekten güzel ilk paragraf olacak, bir yandan son derece kırılgan ama öte yandan son derece de vaat dolu. Victor Frankenstein, o toplama yaratık aniden sulu sarı gözlerini açtığında nasıl sevinmiÅŸse siz de öyle sevineceksiniz. Aman Tanrım, nefes alıyor bu, diyeceksiniz. Hatta belki de düÅŸünüyor bile. Kim bilir bundan sonra neler yapacağım?

 

Tabii ki üçüncü düzeye gidip gerçek bir kurgu yazmaya baÅŸlayacaksınız. Niye yazamayasınız ki? Neden korkacaksınız? Marangozlar canavar yapmazlar ne de olsa; ev yaparlar, dükkân yaparlar, banka yaparlar. Bazen bir keresteyle uÄŸraşır, bazen tuÄŸla üstüne tuÄŸla dizerler. Siz de, kelime daÄŸarcığınızı, gramer bilginizi ve temel üslup kurallarını kullanarak her seferinde bir paragraf yaratacaksınız. Her katı birer birer çıktığınız ve her kapıyı güzelce rendelediÄŸiniz takdirde, ne isterseniz yapabilirsiniz… enerjiniz yeterse koca köÅŸkler bile yaparsınız.(…)

 

Yazıyla kurgu yaratma eyleminin coÅŸkusunu en iyi özetleyebilecek cümleler bunlardır gibi geliyor bana. Belli ki King geriye dönmüÅŸ, kurgu dünyalar yaratmaya baÅŸladığı ilk zamanlara. Ve çay kaşığı büyüklüÄŸündeki malasıyla binlerce yıllık arkeolojik buluntunun çevresindeki toprak yığınını temizleyen arkeologun sabrına va coÅŸkusuna fazlaca benzeyen bir keyifle yazarın kendi zihnindeki buluntuyu fark ettiÄŸi ve iÅŸlemeye koyulduÄŸu anları anlatmış. Üstelik son derece basit, anlaşılır cümlelerle yapmış bunu. Ve evet, ona katılıyorum. Elinizin altında yazı olduÄŸu takdirde ne isterseniz yapabilirsiniz!

 

King’in bu cümleleri yazma eyleminin –yazıyla haşır neÅŸir olmayanların asla anlayamayacağı ÅŸekilde– ne denli coÅŸkulu olabileceÄŸinin ön verisi gibi, bu nedenle anmak istedim. Ancak benim için yazma sanatını temsil eden, neredeyse bir mücevher gibi ince ince iÅŸlenmiÅŸ birkaç paragraf var ki, deÄŸinmeden geçersem kendimi huzursuz hissedeceÄŸim.

 

Albay Aureliano Buendia, yıllar sonra idam mangasının karşısına dikildiÄŸinde, babasının onu buzu keÅŸfetmeye götürdüÄŸü o çok uzaklarda kalmış ikindi vaktini anımsayacaktı. O zamanlar Macondo, tarihöncesi kuÅŸların yumurtaları kadar ak ve kocaman, parlak çakıllarla örtülü yatağı boyunca dupduru akan bir ırmağın kıyısında kurulmuÅŸ, yirmi hanelik bir kerpiç köydü. Dünya öylesine çiçeÄŸi burnundaydı ki, pek çok ÅŸeyin adı yoktu daha ve bunlardan söz ederken parmakla iÅŸaret edip göstermek gerekti. Her yıl Mart ayında, paçavralar içinde bir çingene obası köyün dışına çergilerini kurar, boru ve dümbelek ÅŸamatası içinde yeni icatların çığırtkanlığını yaparlardı. Önce mıknatısı getirdiler. Kendini Melquiades diye tanıtan sakalı taraz taraz, elleri pençe gibi, iri kıyım bir çingene, Makedonyalı bilge simyacıların sekizinci harikası dediÄŸi nesneyle akıl çelen bir gösteriye giriÅŸti.

 

Ä°ki maden külçesini peÅŸinden sürükleyerek kapı kapı dolaÅŸtıkça, tencerelerin tavaların, maÅŸaların, mangalların yerlerinden tangır-tungur yuvarlandığını, yuvalarından fırlamaya çalışan çivilerle vidaların umutsuzluÄŸundan kiriÅŸlerin inlediÄŸini, hele hanidir kayıp nesnelerin hem de çok arandıkları yerlerden ortaya dökülüp Melquiades’in büyülü demirlerinin peÅŸinden paldır-küldür akın ettiÄŸini görenlerin aklı başından gitti. Çingene, kaba ÅŸivesiyle, EÅŸyanın da canı var, diye ilan etti; Bütün iÅŸ, ruhlarını uyandırabilmekte. Dizginsiz düÅŸ gücü, deÄŸil doÄŸa harikalarının, en olmadık mucizelerin ve sihirlerin bile ötesine taÅŸan Jose Arcadio Buendia, bu yararsız icadın toprağın baÄŸrından altın çıkarmaya yarayabileceÄŸini düÅŸündü. Dürüst biri olan Melquiades, O iÅŸe yaramaz bu, diye uyardı onu.

 

Ama Jose Arcadio Buendia, daha o zamanlar çingenelerin dürüstlüÄŸüne inanmadığı için, katırıyla bir çift keçisini mıknatıslı iki külçeyle takas etti. Evin kırık dökük eÅŸyasıyla birkaç parça malı artırabilmek için bu hayvanlara bel baÄŸlamış olan karısı Ursula Iguaran, onu caydırmak için ne dediyse kar etmedi. Kocası, Çok yakında evin tabanını kaplamaya yetip de artacak kadar altınımız olacak, dedi de baÅŸka bir ÅŸey demedi: DüÅŸüncesinin doÄŸruluÄŸunu kanıtlamak için aylarca uÄŸraşıp didindi. Ä°ki demir külçeyi peÅŸinden sürükleyip Melquiades’in büyülü sözlerini haykırarak ırmak yatağına varıncaya dek bütün yöreyi karış karış taradı. Sonunda bula bula, her bir parçası pastan birbirine kaynamış ve içi taÅŸ dolu koskocaman bir balkabağı gibi boÄŸuk boÄŸuk öten bir onbeÅŸinci yüzyıl zırhı çıkardı topraktan. Jose Arcadio Buendia ile dört kiÅŸilik keÅŸif kolu zırhı sökmeyi becerdiklerinde, boynuna içinde bir tutam kadın saçı olan bakır madalyon takılı, kireçlenmiÅŸ bir iskelet çıktı zırhın içinden.(…)

 

Siz okumayı seven, yazıyla haşır neÅŸir olan birisiniz (Evet, bunun farkındayım, aksi halde bu kitap elinizde olmazdı, deÄŸil mi). Bu nedenle yukarıdaki alıntının Gabriel Garcia Marquez’in muhteÅŸem romanı Yüzyıllık Yalnızlık’ın giriÅŸ bölümü olduÄŸunun farkındasınız.

 

Marquez bu birkaç paragrafta öyle bir üslup yakalamıştır ki, okur daha kitabın giriÅŸinde olaÄŸanüstü ÅŸeylerle karşılaÅŸacağını anlar. Gerçekle düÅŸ iç içe geçmiÅŸ, kendine has yeni bir gerçeklik halini almıştır. Okur bu yeni gerçekliÄŸe hiç ummayacağı bir kabulleniÅŸle sarılır ve bunun nedeni neredeyse tüm kitabın tarzını çizen bu giriÅŸ paragraflarıdır. Marquez zihnindeki görüntülerin fotoÄŸrafını çekip okurla paylaşır gibidir. Büyülü fotoÄŸraflardır bunlar. CoÅŸkun bir dünyayı vaat ederler. Ä°çlerine girilebilir. Hatta çerçevelenmiÅŸ anın parçası halini alarak Jose Arcadio Buendia’nın bedeninden dışarıyı izleyebilirsiniz.

 

Ä°ÅŸte bu benim yakalamayı dilediÄŸim tarz, hayranlıkla izlediÄŸim yazım biçimidir.

 

  • En çok sevdiÄŸiniz ve kitap okurlarına tavsiye etmeyi istediÄŸiniz 10 (yerli-yabancı karışık) yazar adı.

 

Gabriel Garcia Marquez, J.R.R. Tolkien, Stephen King, Sadık Yemni, José Mauro de Vasconcelos, Burak Eldem, Michael Ende, Mavisel Yener, Flannery O’connor, Aytül Akal

bottom of page