top of page

Orhan Pamuk'un Kara Kitap'ındaki Akrostişin Peşinde


Gohor Kıyametten Sonra ve Olağan Mucizeler kitaplarımda akrostiş kullandım. Kitapları okuduğunu ve sevdiğini söyleyen her yazı dostuma da söz konusu akrostişleri bulup bulmadığını sordum. Yaklaşan, kıyısında dolaşan oldu (bulduğunu söyleyen de oldu) ama coşku duyan olmadı.

Ne bu şimdi, değil mi? Yazar oyun oynamak istemiş, tutmuş metnin bir yerlerine akrostiş koymuş, bize ne? Bundan coşku mu duymalıyız? Bilmem. Biz duymuştuk.


Söz konusu akrostiş Orhan Pamuk'un Kara Kitap'ındaydı. Kitabın Öpüş ara başlıklı 12. bölümündeki "Tam bir hafta önce, biri sana selam söyledi" cümlesinin yer aldığı paragrafla başlıyor, 22 paragrafa yayılıyor, "Şekersiz su muhallebimi kaşıklarken..." diye başlayan paragrafta sona eriyordu (Bir de hata barındırıyordu içinde, ama bu hata arayışımızı daha anlamlı kıldığından yazarı dikkatsizlikle itham etmemeyi tercih ediyorum. Ne hatası mı? Sabredin. Azzz sonra.)

Yazar bu sayfalardaki paragrafların ilk harfini amacına uyacak şekilde birleştirmiş, ortaya da bir hedef koymuştu: Kitaplarını kaleme aldığı çalışma odasının adresi! İşte, şimdi size o akrostişi bulmanın ve hedefe coşkuyla koşmanın öyküsünü anlatacağım. Ne mutlu bana ki, tüm bunlar gerçekten yaşandı. Geride buruk bir tortu kaldı, o ayrı.

Konuya balıklama dalacağız biraz sonra, ama önce Kara Kitap hakkında Hızır sözlük Wikipedia'dan biraz bilgi alalım, olmaz mı?


Kara Kitap, Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Orhan Pamuk'un 1990 yılında yayımlanan romanıdır. Pamuk'un bu romanı dünya çapında çokça konuşulmuş, belli başlı dillere çevrilmiş, Pamuk'un daha da ünlenmesine katkıda bulunmuştur.

Kitap Şeyh Galip'in Hüsn ü Aşk adlı eserinin günümüze uyarlanmış halidir. Kitaptaki Milliyet yazarı "Celal Salik" Mevlana Celaleddin Rumi; avukat Galip, Mevlana'dan beş yüzyıl sonra Mevlevilik yolunda şeyhlik düzeyine erişen Şeyh Galip'tir. Galip, Hüsn ü Aşk'taki erkek kahraman Aşk'ı; Rüya ise kadın kahraman Hüsn'ü temsil etmektedir.

Romanın Konusu

Romanın kahramanı Galip İstanbul'da yaşayan bir avukattır. Bir gün, karısı Rüya'nın arkada küçük bir not bırakarak onu terk ettiğini öğrenir. Şehirde dolaşıp nerede olabileceğine dair ipuçlarını aramaya başlar. Karısının, Milliyet Gazetesi'nde köşe yazarı olan kardeşi Celâl'le olduğundan şüphelenir ve arkasından Celâl'in de kayıp olduğunu öğrenir. Galip'in araştırmaları sırasında, Celâl'in yeniden basılan, İstanbul ve tarihi hakkındaki uzun ve edebi düşünce yazıları da araya girecektir. Bir süre sonra Celâl gibi yaşayarak onun nasıl düşündüğünü anlayabileceğine ve böylece yerlerini bulabileceğine inanmaya başlar. Bu düşünceyle Celâl'in gizli dairesini bulur ve oraya yerleşir; bir süre sonra onun elbiselerini giymeye ve onun köşe yazılarını yazmaya başlayacaktır. Bütün bunlar Galip'in çocukluğundan beri hayranı olduğu Gazeteci Celâl'in yerine geçme, onun gibi davranma, onun yerine köşe yazıları yazarak "Celal" gibi olma fırsatıdır aslında. Zaten Galip de bir süre sonra Rüya'nın peşinde koşmaktan vazgeçecek, "Gazeteci Celal" olarak BBC televizyonundan gelen kişilerle röportaj yapacak, telefonda hayranlarıyla Celal'miş gibi konuşacaktır. Romanın sonunda çok eski bir hayranı, Celâl'in karısını ayarttığını öne sürerek bir akşam vakti yolda yürüyen Celâl ile Rüya'yı tabancayla vuracaktır. İkisinin de ölmesinden sonra Galip avukatlık mesleğine devam eder, fakat Celâl'in yerine de köşe yazısı yazmayı sürdürür.

90'ların başı. Zihnim beni yanıltmıyorsa 1991. Kara Kitap yayınlanalı bir yıl olmuş. Daha o zamandan popüler olan bugünün Nobel'li yazarı Orhan Pamuk, bir gazeteye verdiği röportajda Kara Kitap'ta akrostiş kullandığını ağzından kaçırmış. Bizim için her şeyi başlatan da bu ağızdan kaçırma hadisesi işte.

Dört kişiyiz: Kenan, Ayten, Nurten ve Ben. Kenan'la Ayten sevgili, Tüm yapıtlarıyla Stephen King ve Kara Kitap'tan sonra Orhan Pamuk hayranı iki kitap kurdu (Gerçekte Orhan Pamuk hayranı olan sadece Ayten, ama ben o ara bu meşum gerçeği bilmiyorum). Nurten, Ayten'in kız kardeşi, yanılmıyorsam kitaplarla da yazarlarla da arası hiç yok. Bense... malumunuz (Malumunuz diyorum, ama yalan olmasın, o yolculuğa çıkana dek bir tek Orhan Pamuk kitabı okumuş değilim).

Yolculuk haritasını Ayten buluyor. Orhan Pamuk'un akrostişten söz eden röportajını okuyan, kitabı paragraf paragraf tarayıp yukarıda söz ettiğim adresi bulan o. Hadi, sizi aramak zorunda bırakmayayım. Akrostişin çözümü sonrası ele geçen cümle aynen şu: TEŞVİKİYE CAD YÜZ OTUZ BFŞ.

Kenan'la ben, arasından su sızmayan iki sıkı dostuz o günlerde (Yıllar yıllar sonra bu dostluk ahmakça bir internet yazışmasında bozuldu ne yazık ki). Stephen King kitaplarını değiş tokuş etmekten, King'in korku motifleriyle süslü kitaplarında inatla görmezden gelinen felsefeyi tartışmaktan sonsuz haz alıyoruz. Sadece o da değil. Kenan da ben de kendi halimizde yazmaktayız bir yandan. Ben o zamanlarda da bilim kurguya ve şiirlere yakın dururken, Kenan daha çok dedektiflik öyküleri yazıyor. Bana kalırsa değme şairden iyi şiirler de yazıyor, ama Kuran'da şiirin lanetlendiğini iddia ederek kafiyeli her şeyden uzak tutmaya da çalışıyor kendini bir yandan (Garip herifin biri Kenan oldum olası).

Bir kitabın izini sürmeye başlamamızdan dört - beş gün önce Kenan bana geliyor. Heyecanlı. Hem de nasıl. Orhan Pamuk'tan, Kara Kitap'tan, kitabın İstanbul'un gizemlerine değindiğinden bahsediyor hevesle. Ne hevesi, keyifle. Sonra baklayı ağzından çıkarıyor.


"Ayten de ben de günlerdir arıyoruz. Ayten sonunda buldu. Akrostiş şu..."

"Ee?" diyorum

"Ee'si," diyor, bu haftasonu adresi bulmaya gideceğiz. Bizimle gelir misin?"

Gitmem mi? Haftasonuna daha dört - beş gün var, ama beni de heyecan sarıyor o anda. Bir kitabın barındırdığı gizemin peşine düşmek! Arayıp da bulamadığım şey bu.

O gün İstanbul'da gök delik. Sonbahardayız. Yağmur bir sağanak boşalıyor, bir hız kesiyor, ama asla dinmiyor. Ayten, Kenan, Nurten ve ben Gaziosmanpaşa'da buluşup otobüsler, minibüsler kullanarak Teşvikiye'ye varıyoruz. Yol boyu neden söz ettiğimiz malum. Heyecanımız da öyle. Ve o heyecan Teşvikiye Caddesi'ne ayak bastığımız anda ikiye katlanıyor.


Bir romanın içinde gezer gibiyiz – hatta bizzat Kara Kitap'ın içinde gezer gibi. Galip bu yolları adımlamamış mıydı? Rüya evinden kaçarken bu kaldırımlarda çınlamamış mıydı topukları? (Tamam, ben o anda kitabı okumamışım, ama Kenan ve Ayten'in anlattıklarıyla sahne sahne zihnimde her şey.) Sanki yazar bildik dünyanın barındırdığı gizemli ve sırlarla dolu başka bir âlemde ikamet ediyormuş da, biz de akrostişi bulduğumuz anda o boyuta geçmeye hak kazanmışız, öyle bir coşku ve heyecan var içimizde.

Artıp azalan, her iki durumda da bizi sırılsıklam eden yağmurun altında Teşvikiye Caddesi'ni bir aşağı bir yukarı turluyoruz. Haritamız malum: TEŞVİKİYE CAD YÜZ OTUZ BFŞ. Çok belli ki, hedefimiz YÜZ OTUZ numaralı apartman. Peki ama BFŞ ne ki? Onu da apartmana girince çözeceğiz herhalde. Çünkü apartmanın civarında ya da dış cephesinde BFŞ'ye karşılık gelecek bir işaret yok.

YÜZ OTUZ numaralı apartmanı buluyor, kapıcı zilini çalıyoruz. Diafondan kaba bir ses duyuluyor. "Kim o?"

Kenan, "Orhan Pamuk'la görüşecektik," diyor heyecanla.

"Kimlen?"

"Orhan Pamuk!"

"Kim? Kim?"

"Orhan Pamuk! Pamuk! Yazar!"

"Bur'da yok öyle biri."

Kenan (tabii ki) pes edecek değil. "Hayır, burada oturuyor! Bu adresi verdi bize!"

Kapıcı (belli ki) bir an tereddüt ediyor. "Allah, Allah! Orhan diye biri var ama çatı katında... Farklı onun soyadı... Alamancı zaten.... Yok şimdi... Almanya'da."

Kenan hazırcevap bir herifti hep, gene gemi azıya alıyor. "Tamam," diyor, "o işte." (Neden böyle davrandığını daha sonra öğreneceğim.)

"Öyle mi?" diyor kapıcı. Hâlâ kuşku içinde. "Bekleyin bakalım, geliyorum."

Kapı otomatiğinin cayırtısı duyuluyor. Demir kapı "Açıl susam açıl!" sözleri sonrası Ali Baba'nın önünde yana kayan devasa kayaya benzediğinin zerrece farkında olmadan aralanıyor.

Kenan içeri girip merdivenlere atılıyor hemen. "Koşun!" diyor bize. Hoş, demesine de gerek yok. Peşi sıra atılıyoruz. Muhtemelen kapıcı daha dairesinin kapısını kapama fırsatı bulamadan ulaşıyoruz beşinci kata. Ve... hayal kırıklığı.

Zilde yazan isim Orhan Haltuk. Söylenişteki benzerlik ortada. "Yoksa Orhan Pamuk'un kendini gizlemek için kullandığı takma ad mı bu?" Ben pek ihtimal vermiyorum, ama Kenan neredeyse emin.

"Siz nöbeyör... uh! ay! ...sunuz ya... öhö! öhö! ...bur'da?"


Kapıcı merdivenlerin ucunda. Hafif topluca, Doğulu kılıklı bir adam. Kan ter içinde. Nefes nefese kaldığından (ve belki de fena halde tedirgin olduğundan) söyledikleri pek anlaşılmıyor.

Çocukluğumda çokça izlediğim Dedektif Colombo gibi kendimden emin, bir adım öne çıkıp soruyorum. "Orhan Pamuk kaç gibi gelir?"

"Kim? Ney?"

"Orhan Pamuk diyorum, kaç gibi geliyor buraya?"

"Yav, yok dedik ya Orhan Pamuk diye biri, Allah Allah... Bak işte zilde de yazıyo adamın adı. Orhan Haltuk."

Kenan dayanamayıp araya giriyor. "Orhan Pamuk'un burada otrurduğunu biliyoruz biz. Burada yazan onun gizli adı."

"Ney?"

Sanıyorum kapıcı hepimizin genç yaşta tozutan meczuplar olduğunu ilk o an düşünüyor. "Yav, hade gedin, işim gücüm var! Yok bur'da Pamuk mu yamuk mu, öyle biri!"


Yapacak bir şey yok. İkna olmasak da merdivenleri inmeye koyuluyoruz. Kapıcı sokak kapısını arkamızdan örtüp kapandığından emin olduktan sonra kısa, tekinsiz bir bakış atıyor hepimize. Biz, ooooh, Orhan Pamuk'u nasıl da gizledim sizden, diye düşündüğüne emin olurken, o muhtemelen aklından şunu geçiriyor: Neyse ki bu deliler bana bir şey yapmadı!

YÜZ OTUZ numaralı apartmanın önünde turlamayı sürdürerek haritamızın hâlâ en gizemli yerini oluşturan BFŞ'yi araştırmayı sürdürüyoruz. Girip de gördüğümüz gibi, daire kapısında da, apartmanın başka hiçbir yerinde de BFŞ dizimine karşılık gelen bir şey yok. Ama YÜZ OTUZ numaraya girip de Orhan Pamuk'a ulaşamadığımıza göre BFŞ'nin çok hayati bir anlamı olmalı! Tüm şifreyi geçersiz kılacak, bize yepyeni bir erim, bambaşka bir hedef gösterecek bir anlam! Ama ne? Ama ne?


Yağmur yeniden hızlanmış. İç çamaşırlarıma dek sırılsıklamım. Diğerleri de benden iyi durumda değil. Buna karşın arayışı derinleştirmek gerek. Teşvikiye Caddesi'ni yeniden turlamaya başlıyoruz. Cadde bitiyor. Yan sokaklardan birine çıkan bir açıklıkta bir lokanta görüyoruz: Bilmemneoğlu Lokantası. Acıktık, ama bizi çeken yemek kokuları değil, lokantanın elips logosunun kuşattığı üç harf: BFS. Altta bir de kuruluş tarihi var, ama tahmin edersiniz, o hiç umurumuzda değil.


İçeri koşarcasına girip bir masaya çöküyor, garsona çorba sipariş ediyoruz. Masaya kaşık çatal bırakan genç garsonu kesiyoruz bir yandan da. Bu tecrübesiz genç adamdan istediğimiz bilgiyi alabilir miyiz acaba? Neden olmasın?

Punduna getirip soruyor Ayten. "Af edersiniz, Orhan Pamuk da buraya geliyor, değil mi?"

"Kim?"

"Orhan Pamuk, yazar."

"Orhan Pamuuuk? Orhan Pamuuuk? Ünlü mü ki bu?"

"Ünlü tabii. Röportajları falan çıkıyor gazetelerde."

"Hımm... Yok... Buraya gelen tek ünlü Orhan var, Orhan Ayhan, spor spikeri hani."

"Anladım, teşekkürler."

Kenan pes etmiyor. Pes etmemek değil de kabullenmiyor demek daha doğru sanırım. Ona göre pek girift bir plan var. Karşımızdaki herkes bu plana dâhil. Orhan Pamuk'u bizden itinayla kaçırıyorlar. Çünkü kitapta da böyleydi. Kitapta bir kapıcı vardı, apartmana gelen herkese yalan söylüyordu, huy edinmişti bunu, işte Orhan Pamuk bizim tanıştığımız o malum kapıcıyı yazmıştı romanında, Kenan adama bu yüzden inanmamış, bu yüzden en üst kata koşuvermişti. BFŞ de (tabii ki, elbette) burasıydı, bu lokanta, ama gizliyorlardı, Orhan Pamuk'u tanıdıklarını gizliyorlardı! Hah hayt! Gizlesinler bakalım! Bize kül yutturamazlardı! Yutturabilirler miydi? Hayır dedik ya!


Genede lokantadan da eli boş ayrılıyoruz. Garsonun Orhan Ayhan'ın en sevdiği yemekleri saymaya girişmesi de etken buna, yalan yok, ama ana derdimiz şifreyi çözmek.

Yine Teşvikiye Caddesi, yine yağmur, yine araştırma... Dolaşıp duruyoruz. Sanki her birimiz Küçük Emrah'ız da, anamızı, bacımızı, sevgilimizi ve yetmezmiş gibi akrabalarımızın arasındaki tüm dişileri (kedimizi bile) iğfal edip de kaçan Nuri Alço'yu aramaktayız. Ne çaba Yarabbim!

Ama sonunda hedefe ulaşıyoruz. Hayır, BFS'ye değil, kitapta ismen de geçen Aladdin'in Dükkanı'na.


"Aslında odada, ne bir zamanlar Rüya'ya İzmir'den yollanan ne Beyoğlu'ndan ve Alaaddin'in dükkânından alınan renkli kitapların, bebeklerin, firketelerin, şekerlerin, kalemlerin ve boyama kitaplarının yerleştirildiği çekmece, ne de Rüya'nın yatağının çevresinde aynı kokuları çıkartacak sabunlar, Pe-Re-Ja markasının taklidi kolonya şişeleri ve naneli çikletler vardı."


Anladınız ya, nihayet kitapta sıklıkla geçen bir yeri bulabiliyoruz böylece. Burası pekâlâ da mihenk noktamız olabilir.

Bir telaş Alaaddin'in Dükkanı'na giriyoruz. Tam da kitaptaki gibi, hemen her şeyin satıldığı bir yer burası: Kitaplar, kolonyalar, gıda malzemeleri, gazeteler, meşrubatlar, şekerler... Bir süre (buradakileri de ürtütmemek için) aklı başındaki alıcılarmışız gibi davranıyoruz. Yanılmıyorsam Ayten bir roman bile alıyor işi abartıp. Sonra en efendi tavrımızla tezgâha yaklaşıp en kibar sesimizle soruyoruz. "Şey, Orhan Pamuk'la görüşmeye gelmiştik biz, ama apartman numarasını unuttuk. Siz biliyor musunuz?"

Tezgâhın ardındaki adam Teşvikiye Camii'ni sormuşuz gibi önemsemeden yanıtlıyor. "Tabii, biliyorum, Teşvikiye Caddesi, yüz otuş beş numara."

Yüz otuz BEŞ mi?

BFŞ'nin anlamı bir anda çözülüyor: Hata! Orhan Pamuk akrostişi yazarken E harfiyle başlattığı paragraf editör tarafından düzenlenince F ile başlamış. Güzide yazarımız da, artık oraya akrostiş yazdığını unuttuğun mıdır nedir (gerçi bize konunun hep aklında olduğunu, denetleme okumasında nasılsa gözünden kaçtığını söyledi daha sonra) paragrafa müdahale etmiyor. Hoş, nereden bilsin adam dört aklıevvelin bir akrostişin peşine düşeceğini? Belki de durumu önemsemiyor.

Alaaddin'in Dükkanı'ndan uçarak çıkıyor, TEŞVİKİYE CAD YÜZ OTUZ BEŞ'e bir solukta ulaşıyoruz. Yine bir kapıcı zili ve bir eyvah: Acaba bu kapıcı da bırakmak istemez mi bizi? Zile basıyoruz.

Zeminle bir hizadaki daracık pencerede bir adamın yüzü beliriyor. İlk kapıcımıza göre daha kibarca bir ses soruyor. "Buyurun?"

"Orhan Pamuk'la görüşecektik."

Çoktandır gelmiyor ama... Siz gene de bir bakın isterseniz."


Otomatik cayırtısı duyuluyor, hevesli gözlerimizin önünde kapı aralanıveriyor ve... ne oldu bitti diyemeden en üst kattayız.

Zilde isim yok. Ama kapının önü çoktandır dokunulmamış bir posta yığınıyla dolu. Zarfların üstündeki isim hep aynı: Sn. Orhan Pamuk. Kapıcının (Kenan'ın iddia ettiğinin aksine) bize doğru bilgi verdiği meydandaysa da zile uzun uzun basarak şansımızı denemekten geri durmuyoruz. Sonuç malum. Kapı açılmıyor.

Saman kâğıttan, büyükçe bir zarfı alıyoruz posta öbeğinin arasından. Boş yüzünü çeviriyoruz.

Kenan, "Senin yazın düzgün, sen yaz," deyip zarfı elime tutuşturuyor.

Arka cebimde daima taşıdığım Parker'imi çıkarıp, "Geldik, bulamadık," yazmak amacıyla başlayıp tüm yaşadıklarımızı özetlediğim bir yazı yazmaya koyuluyorum. İşimi bitirdiğimde zarfın yüzeyi tamamen dolmuş durumda. En altta yazansa şu: "Bu dört deli daha sonra yine ziyaret edecek sizi, inşallah o zaman görüşebiliriz. Aşkın, Kenan, Ayten, Nurten."

Zarfı görülebilecek bir yere sıkıştırıp bir kez daha Teşvikiye Caddesi'ne çıkıyoruz. Yorgunuz, ama mutluyuz da. Başardık! BAŞARDIK!

Bir hafta sonra gene toplanıyoruz. Nurten bu kez yan çiziyor. Gene deli danalar gibi Teşvikiye Caddesi adımlamayı çekici bulmuyor belli ki. Kenan, Ayten ve ben, yine otobüslerle, minibüslerle Teşvikiye'ye ulaşıyoruz. Bu kez aramaya gerek yok. Erim belli: TEŞVİKİYE CAD YÜZ OTUZ BEŞ.

Zili çaldığımız anda dış kapı açılıyor. Ağır, temkinli adımlarla üst kata yöneliyoruz ve... oradayız işte. Ardında büyülü, bir dudağı yerde bir dudağı gökte Orhan Pamuk'un olduğu kapının öte yanında. Bir hafta önceki posta yığını yok olmuş. Demek ki yazar mabedine dönmüş. Demek ki bulmuş notumuzu. Demek ki varlığımızdan haberdar olmuş.

Daire zilini çalıyoruz. Çok geçmeden açılıyor. Bir dudağı yerde bir dudağı gökte olmasa ve hiç büyülü görünmese de Orhan Pamuk karşımızda. Kara Kitap'ın yazarı. Upuzun, kapı kadar bir adam. İnce çerçeveli gözlüğü elinde, yüzündeki soru işaretini gizleyemiyor bu nedenle.

Kendimizi tanıtıyor, bir hafta önceki notumuzdan söz ediyor, zarfı alıp almadığını soruyoruz. Almış. İçeri buyur ediyor bizi. "E, hani, dördüncü nerede?" diye soruyor. Dördüncü deli demiyor, ama sanki son anda vazgeçiyor söylemekten.

İçeri girdiğimde ilk gördüğüm maceramızın özetiyle dolu, el yazımla şekillenen zarf oluyor; tüm odayı kaplayan kitap raflarının yazı masasına en yakın olanına dik olarak yaslanmış. Hafif çapraz, yazılar masadan okunacak şekilde. Bu zarf belli ki yazar için bir gurur kaynağı, ama onu yazan benim için de pek farklı bir anlam içermiyor o an.

Orhan Pamuk iyi bir evsahibi olabilmek için elinden geleni yapıyor. İçecek ikram ediyor bize; maceramızı baştan sona, ayrıntılarıyla dinliyor; sorular soruyor; yanıtlar veriyor; bin bir yüzlü bir katilin hayatını anlatacağı, gerçekten yaşanmış olaylara dayanan yeni romanının hazırlık materyallerini (sabıkalı fotoğrafları, haber küpürleri vs.) gösteriyor; yazmayı tasarladığı başka romanlardan söz ediyor kısaca... Ama Kenan'da işin rengi yavaş yavaş değişiyor. Nedeni bana daha sonra söyleyecek (ama burada size yinelemem etik olmaz). Diklenmeye, terslenmeye, Orhan Pamuk'la zihin yarıştırmaya başlıyor. Kara Kitap'ta kalemli bir bölüm olduğunu, orada hata yapıldığını iddia ediyor. O an kitabı okumadığımdan neden bahsettiğini bile bilmiyorum. Hoş, Orhan Pamuk da zaten böyle bir hatayı kabul etmiyor. Ama Kenan ısrarlı. Kara Kitap açılıyor. Söz konusu metin inceleniyor. Kenan, "İşte, hata var, gördünüz," derken, Orhan Pamuk, tüm kibarlığıyla, "Hayır, yok," diyor.

Ben mi? Tabii ki Orhan Pamuk'tan değil can dostumdan yanayım. Hayır, dedim ya, kalem hadisesinin ne olduğunu bile bilmiyorum, o konuda ses çıkarmıyorum bu nedenle, ama Orhan Pamuk'un edebiyatla ilgili her sorusuna ukalaca yanıtlar veriyorum. "Ne?" diyorum örneğin, "gerçek yaşam edebiyatı mı? Pardon ama hayat yeterince sıkıcı, ben bilim kurgu tercih ediyorum."

Öyledir böyledir derken zaman geçiyor. Orhan Pamuk'un biz gittikten sonra derin bir oh çektiğine (ve korkarım benim zarfı da parçalayıp çöpe attığına) neredeyse eminim.

Dönüş yolunda Kenan Orhan Pamuk'u nasıl alt ettiğini anlatadururken, Ayten somurtuyor, ben, bu adam yıllar sonra Nobel'i kazanırmış, amma da gülerim ha, diye düşünüp sessizce kıkırdıyorum.

Aşkın Güngör, 13 Temmuz 2010



Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page